26 Mayıs 2014 Pazartesi

Sen benim dostumsun :)

Sen benim dostumsun. 

Yalnızken ilk seni ararım, çünkü bilirim beni yalnız bırakmazsın, hemen koşar gelirsin.

Sen benim dostumsun. 

Başım sıkıştığında ilk seni ararım, çünkü bilirim sen halledersin.

Sen benim dostumsun. 

Kimseye anlatamadığım bir bok yediğimde ilk seni ararım, çünkü bilirim sen dinlersin, anlarsın ama kimseye anlatmazsın.

Sen benim dostumsun. 

Birileri üstüme geldiğinde ilk seni ararım, çünkü bilirim sen benim için sorgusuz sualsiz dünyayı karşına alırsın, beni herkese karşı korursun.

Sen benim dostumsun. 

Canım pazar kahvaltısına gitmek isterse seni aramam, çünkü bilirim beni evimden arabayla alacaklar var.

Sen benim dostumsun. 

Canım bir kahve içip dedikodu yapmak isterse seni aramam, çünkü bilirim senden daha iyi dedikodu yapanlar var.

Sen benim dostumsun. 

Canım dışarı çıkıp içip sıçıp eğlenmek isterse seni aramam, çünkü bilirim senden daha eğlencelileri var.





Senin gibi dost olmaz olsun.





10 Ocak 2014 Cuma

Az bi beni dinleyin

S.A. 

Uzun zamandır yazmıyorum sanmayın, yazıyorum ama paylaşmak istemiyorum. A4'ler doldurup yırtıp atmak en güzeli bazen. Kimse yazdıklarını görüp de "N'oldu? Anlatsana? Ben mi bir şey yaptım yoksa?" diye gereksiz sorular sormuyor.

İnsanlar neden bu kadar bencil? Senin mutsuz olduğunu apaçık gördükleri halde neden ilk soruları "N'oldu?" oluyor? Neden yanında olmak yerinde, ne olmuş ne bitmiş onu öğrenmek için çırpınıyorlar? Neden o anda dahi seni değil de meraklarını dindirmek için kendilerini düşünüyorlar? Hiç duymamışlar mı? İnsanın başına ne gelirse ya meraktan ya...

Bu sene benim için çok dolu geçti. İş olsun, aşk olsun, arkadaşlıklar dostluklar olsun yaşamadığım şey kalmadı. Tek bir şey anladım; insan özünde kötü bir şey. Ben iyiyim o ayrı.

Yeni yıla başlarken benden size bir kaç küçük tavsiye;

-Kendinizi sevin, kendinize güvenin. Hayatta başarısız olduğunu düşünen ne kadar tanıdığım varsa kendini yetersiz bulan insanlar. Siz kendinize inanmazsanız kim, neden, nasıl size inansın?

-Çocukluk arkadaşlarınızı kaybetmeyin. Başınıza en kötüsü geldiğinde, aileniz dışında, yanınızda olacak olanlar sadece sizin yetişkin olmadan, hayatla tanışmadan önceki masumiyetinize şahit olmuş insanlardır. Onlara sıkı tutunun.

-18 yaşınızdan sonra tanıştığınız kimseye "dostum" demeyin. Arkadaş olabilirsiniz, çok eğlenip inanılmaz anılar biriktirebilirsiniz, ama asla her şeyinizle güvenemezsiniz. Güvenmeyin. Lütfen.

-Aşık olun. Aşk var, evet. Tarifi herkes için farklı olabilir, ama var. Ömür boyu karnınızda kelebekler uçuşmayacak belki, gözünüz arada başka insanlara da kayacak ama "onsuz nasıl olurdu acaba?" diye düşündüğünüz an boğazınız düğümlenecek, kalbiniz sıkışacak. Artık o olmadan sizin siz olmayacağını anlayacaksınız. 

-Fedakarlık yapın. Bu hayatta fedakarlık yapmadan hiç bir ilişkinizi yürütemezsiniz. Kardeşiniz de olsa, kankanız da olsa, sevgiliniz de olsa bu böyle. Ama ne olursa olsun kendinizden vazgeçmeyin. Kimse için, değmez. 

-Zaman zaman anlamsız iyilikler yapın. Kötü bir gün geçirmiş bir arkadaşınıza pasta alın mesela, hiç maça gitmemiş bir arkadaşınızı maça götürün, durduk yere "iyi ki varsın" mesajı atın. Kendinizi onların hissettiğinden çok daha iyi hissedeceksiniz, emin olun.

-Sevdiğiniz, kendinizi iyi hissettiğiniz bir işte çalışın. Hayatınızın neredeyse %50'sini işinizde geçiriyorsunuz, orada mutsuz olup hayattan keyif almanız nasıl mümkün olabilir ki? Var olan şirketinizde, pozisyonunuzda mutsuzsanız kendinizi buna mecbur etmeyin. İlla ki koca memlekette daha iyi hissedeceğiniz bir iş bulursunuz, boşuna yıpranmayın.

Bu yıl daha iyi bir insan olun işte.

Daha fazla ne kaybedebiliriz ki aQ hayatında?




12 Temmuz 2013 Cuma

Hayata doyun!

Hayat çok garip. İnsanoğlu çok tuhaf. 

İnsan dediğin doyumsuz bir varlık. İstekleri iç bitmiyor. Bitmedi. 

İstanbul'da taşınayım. Yalnız yaşayayım. Kendi ayaklarımın üstünde durayım. Kendi paramı kazanayım. İş bulayım. Biraz hayatımı yaşayayım. Gezip, tozup, içip, sıçayım. Gönlüm kime kayarsa onunla olayım. Yeni insanlar tanıyayım. Off çok baydım, artık düzenli bir ilişkim olsun. Aşık olayım. Mutlu olayım. Huzur bulayım. Bu ne ya karı-koca hayatı da yaşamayalım yani. Arada ayrılıp barışayım. Ayy bu iş de beni çok bunalttı. Daha iyisini bulayım. Daha çok para kazanayım. Kariyer yapayım. Amaan, bu sefer de iş arkadaşları çok sıkıcı. Böyle iş ortamı mı olur? Bu para da yetmedi zaten. Ay bu çocukla bizim geleceğimiz var mı ki acaba? Ne yani evlenecek miyiz? Ama böyle geçinilmez ki. Yetmez yani.

Yetmez. Yetmiyor.

"Ne istiyorsun be amına koduğum?" diye sorduğum zamanlarım da oluyor benim. Uzun zamandır, sık sık. Verdiğim cevapları bir kaç ay içinde elde ediyorum. Ve bu soruyu tekrar soruyorum. Sabit bir cevabı olmuyor hiç. 

Ne istediğimizi biliyor muyuz? Daha da önemlisi istediklerimizi elde ettiğimizde mutlu oluyor muyuz? Hakkını veriyor muyuz? DOYUYOR MUYUZ?

İnsanlar ölüyor. Vatanı için, özgürlüğü için, kendi değil çocuklarının geleceğini düşünürken; polis kurşunuyla ölüyor. Bir kaç vicdansız eli sopalı tarafından dövülerek ölüyor. Haksızlıktan, adaletsizlikten kaçarken ölüyor. 

Çoğu benden genç. Çoğu benim çoktan sahip olduklarımın hayalini kuruyordu belki. Çoğu benim hayatımı yaşamak için okuyordu, çalışıyordu, bu mücadeleyi veriyordu belki.

Ve ben, biz; değil sahip olduklarımızın, hayatımızın değerini bile bilmiyoruz. 

Sorun bir kendinize, "Ne istiyorsun be amına koduğum?" diye. 

Elde ettiğinizde uzun süreli huzur ve doyum yaşayabilecek bir cevap bulabiliyorsanız, bir çoğumuzdan daha şanslısınız bu hayatta.

Doyum önemli. Doymak önemli.

Hayata doyun.

Daha ne kadar yaşayacaksınız kimse bilmiyor.

4 Mart 2013 Pazartesi

Gökkuşağı'm


Twitter'da böyle yazmaya yeni başlamışım o zamanlar. 700 takipçim ya var ya yok. Aylardan Nisan. Bir RT düşüyor timeline'a; hala tam hatırlamıyorum Güven mi yaptı Buket mi. Hönkürerek gülüyorum tweet'e, açıp bakıyorum profili. Kullanıcı adı, @sstbakbi. Adı, Göktuğ. Fenomen falan değil 200 takipçili bir çocuk. Esmer, saçlar üç numara, sakal ve bıyık, tek kaş kalkık tam bir şapşik gibi bakıyor objektife. Gülümsüyorum. Dakikalar geçiyor, ben neredeyse tüm tweet'lerini okuyorum; yüzümde hala aynı gülümseme, ara sıra kahkahalar eşliğinde. Hiç düşünmeden basıyorum o "Follow"a. Sanırım dakikalar içinde geri dönüyor bana. Profilinde hala gezinirken ev arkadaşım geliyor yanıma, ekrana bakıyor. Ve benim ağzımdan tek bir cümle dökülüyor; "Ben bu çocuğa yürürüm".

Aradan birkaç hafta geçiyor, Fav'lar, RT'ler, mention var mı hatırlamıyorum bile. Sonra bir gece, canım çok sıkkın. Bir süredir takıldığım çocuk, tam bir orospu çocuğu çıkıyor. Sinirden uyuyamıyorum. O an bir tweet atıyor Göktuğ, sorsanız hatırlamam bile. Çok güzeldi onu biliyorum sadece, favlıyorum. Yine hiç düşünmeden DM atıyorum. Twitter'a girdiğimden beri attığım ilk DM bu. "İyi mi yaptım bilmiyorum ama yazasım geldi. Naber?". Çok iyi yaptığımı söylüyor gelen cevap. Ve biz muhabbete başlıyoruz. Nasıl bir geyik belli değil, sıfır yavşama, tamamen taşak muhabbeti. Zaman öylece akıp geçiyor o gece, hatırlamıyorum kurduğum cümleleri, attığım kahkahaları. Tek aklımda kalan; çok eğleniyorum.

Günler günleri kovalıyor, DM'ler DM'leri. Bir gün muhabbet arasında çat diye telefon numarasını yazıyor. "Çüş amk öküz müsün?" diyorum. Diyorum ama Whatsapp'tan da yazıyorum 2 dakika sonra. Gene geyik, gene taşak. Buluşalım bile demiyor çocuk. İçinden geldiği gibi konuşuyor, espri yapıyor sadece, ben gülüyorum. Bir ara Fenerbahçeli olduğunu öğreniyorum. Birlikte maç izlemekten bahsediyoruz. Neden olmasın. Ama planlamıyoruz hiçbir şey, henüz erken birlikte plan yapmak için.

Tarih 6 Mayıs 2012. Play-off'lar oynanıyor. Heybeli Ada'dayım ben, çocukluk arkadaşlarımla, DK'mla. O akşam Galatasaray Beşiktaş'la oynuyor, Fenerbahçe de Trabzonspor'la. Hiçbir maçı kaçırmayan ben, ertesi gün iş gezisi için Almanya'ya gideceğimden maç izlemeyi planlamıyorum bile. Ta ki Nazlı'yı GS formasıyla görene kadar. O an pişman oluyorum; nasıl izlemem ben maçı? Ama düşünüyorum; yok. Benim FB'li yakın arkadaşım yok. Birkaç saat sonra maç var ve benim hadi gel desem gelecek kimsem yok. Nazlı'ya diyorum ki; "Ya benim FB'li arkadaş yapmam lazım amına koyim" O an çizgi filmlerdeki gibi bir ampul yanıyor işte kafamda. "Göktuğ!" diyorum, Nazlı bana boş boş bakıyor. Anlatıyorum hemen kısa öykümüzü, "Yaz hadi" diyor. Sadece "Akşama Fener'in maçı var" yazıyorum ben Göktuğ'a. Tek kelimelik bir cevap alıyorum; "İzleyelim".

İlk vapurla karşıya geçiyorum. Bostancı İskele'den alacak beni. Işıklarda bekliyorum. Plakasını söylediği arabayı görüyorum, sağ şeritten etrafına baka baka geliyor. Beni görüp, işaret parmağıyla gösteriyor. Gülümseyip gözümdeki güneş gözlüğünü çıkarıyorum, o arabayı önümde durdururken. (Sonraları o güneş gözlüğünü çıkarırken saçımı nasıl savurduğumu, bundan nasıl etkilendiğini anlatıyor Göktuğ.) Arabaya biniyorum, "Fenerbahçe'ye gidiyoruz" diyor. Ben İstanbul'a taşınalı daha 3 ay bile olmamış, hiçbir yer bilmiyorum ki. "Peki" diyorum. Yaklaşık bir 20-25 dakika sonra varıyoruz, yolda sohbet muhabbet. Sonraları itiraf ediyor bana; yolu uzatmış. Daha çok muhabbet edelim diye. Piç.

Fenerbahçe Benzin'e giriyoruz. Üst katta, sağdaki TV'nin önündeki koltuğa oturuyoruz. Maçın başlamasına 15 dakika var. Schnitzel söylüyoruz ikimizde, onu öneriyor Göktuğ. Sonraları öğreniyorum, çok sevdiğini. Maç başlıyor. İzliyoruz, hem heyecanlı hem tedirgin. 1-0 oluyor, kendi başımıza seviniyoruz. O ayağa zıplıyor, ben koltukta yuvarlanıyorum adeta. 2. golde aynı anda havaya sıçrayıp sonra yarım yamalak birbirimize sarılıyoruz. Baya komik görünüyoruz aslında dışarıdan, eminim. 2-1 bitiyor o maç. Ertesi hafta ise şampiyon belli oluyor; FB-GS maçı var. Ve biz Benzin'in, birbirimizin uğuruna inanıyoruz. Sözleşiyoruz, haftaya yine burada, birlikte, aynı yerde, formalarımızla izleyeceğiz maçı.

Ertesi sabah ben Almanya'ya uçuyorum. Oradayken bile konuşuyoruz, ben internet buldukça. Neyse, ben dönüyorum birkaç gün içinde. Gelip havaalanından alıyor hatta beni. "Tam erkek olm yaa" diye geçiriyorum içimden. Hafta sonu gelip çatıyor gene. O zaman daha işteki ilk haftası Göktuğ'un, benim uğurumla bulmuş sanki yeni işini. Sinemada çalışıyor, hafta sonu erken çıkması çok zor. Maç 7'de, o 4'te çıkıyor işten. Ben çoktan yollara düşmüşüm tabi, Fenerbahçe'ye ulaşmaya çalışıyorum. Formam üzerimde, Beşiktaş'tan vapurla Kadıköy'e geçmişim. Aman Allah'ım, nasıl bir kalabalık. Ne otobüs, ne taksi, ne dolmuş. Nasıl gideceğimi de bilmiyorum ki zaten. Göktuğ'a soruyorum, anlatıyor bir şeyler ama o yetişemeyecek gibi. Tabi o zamanlar bilmiyor benim bekletilmekten ne kadar nefret ettiğimi, trafikte nasıl strese girdiğimi, kendi kendimi yiyip bitirdiğimi. Ben bir şekilde varıyorum Benzin'e, rezervasyon yaptırdığını söylemiş bana Göktuğ, soruyorum garsona, "Yok öyle bir rezervasyon" diyor. Arayan adamı söylüyorum, Göktuğ'un tanıdığı, "Yok ben bilmem, o kim?" diyor garson. Ağlasam mı gülsem mi bilemiyorum. Maça yarım saat kalmış, ben 2 saat yoldan gelmişim, yer bilmem iz bilmem, tanımadığım adamla buluşacağım diye çıkmışım, ama adam yok piyasada. Neyse ki güler yüzlü bir kadınım. Yanaştım bir garsona, "Lütfen bize iki kişilik bir yer ayarlar mısınız? Lütfen, n'olur ama bak, lütfen" diye tüm sevimliliğimle. Hüzünlü gözlerle, cilveli ses tonu her zaman işe yarar böyle durumlarda. Sağ olsun, o da kırmıyor beni, ayarlıyor hemen bir masa. 15 dakika kadar bekliyorum, bira ve sigaramla birlikte. İçeri giriyor sonra Göktuğ, sarı lacivert formayla. Yanıma usulca yaklaşıp öpüyor beni yanaklarımdan. Özür diliyor defalarca. Kan ter içinde, koşmuş yetişmek için belli. Benimse, yüzünü gördüğüm an kayboluyor bütün stresim. O zamanlar bilmiyorum tabi, bu adamın yüzünü her gördüğümde tüm sinirimin, tüm stresimin uçup gideceğini. Bana bu kadar iyi geleceğini, bilmiyorum.

Maçı izliyoruz gene bir heyecan. Geçen haftaki mutluluğu yaşayamıyoruz maalesef bu sefer. Hüzünlüyüz. İstediğimiz gibi olmuyor. Hep o rezervasyon yaptıracağını söyleyip yaptırmayan tanıdık yüzünden. Aynı yerimizde izleyemedik ki maçı. Totemimiz ondan tutmuyor. Galatasaray şampiyon oluyor. Nasıl asık suratlarımız, nasıl mutsuzuz. Neyse, bitti maç, konuşuyoruz öyle. Duyuyoruz ki Saraçoğlu önünde polisle falan olaylar çıkmış, Kadıköy'ün her yerinde kavga, dövüş, patlama, bir şeyler. Ben, üzerimde sarı lacivert çubukluyla, metrobüsle karşıya hem de Mecidiyeköy'e geçmeyi planlıyorum. IQ nasıl yüksekse demek ki. Bırakmıyor tabi Göktuğ o halde beni. "Ben bırakıyım bari arabayla" diyor, istemiyorum. En az 2-3 saat o trafikte gidip dönmesi. Saat olmuş gece 11. Çözüm bulamıyoruz. Ikına sıkıla söylüyor o sırada, "Ben bu akşam arkadaşlarımda kalacağım, eğer yanlış anlamazsan; sen de gelebilirsin". Göktuğ o kadar utanarak söylüyor ama ben direkt "Tamam" diyorum, nasıl bir güven verdiyse adam bana. Arabaya biniyoruz. Yoldan arkadaşlarını alıyoruz. Ali, en yakın arkadaşı. Özden, Ali'nin 4-5 senelik sevgilisi. Özden'lere gidiyoruz. Alkol almak istiyorlar, bira sevmezmiş Göktuğ, rakı içermiş. O zamanlar haberi yok tabi, ileride benden çok sevecek birayı. Neyse, istemeye istemeye onaylıyorum. Bakkaldan bir geliyor Göktuğ arabaya elinde torbalarla, Burgaz mı Efe mi ne bir rakı almış. "Ben Yeni Rakı'dan başka rakı içemem" diyorum, "İçersin" diyor.

Özden'lere geliyoruz. Sohbet muhabbet. Rakılar konuyor. Hadi oyun oynayalım diyorlar. İskambil kartlarıyla oynuyoruz bir şey. Kısa sürede ezberletiyorlar bana. Önceleri çok çekingenim, yavaş yavaş alkolün de etkisiyle alışıyorum; gülmeye, eğlenmeye başlıyorum. Umursamadan içiyorum, içmem dediğim rakıyı. Yerde oturuyoruz o sırada. Göktuğ bana doğru yanaşıyor bir sıra. Elini uzatıp saçımda bir tutam alıyor parmaklarının arasına, okşayıp bırakıyor tekrar omuzlarıma. Yüreğim güm güm atıyor o an, gülümsüyorum sadece yüzüne bile bakamadan. İlk dokunuşu bana.

Biraz daha geçiyor zaman, yerde oturmaktan uyuşuyor bacaklarım, biraz yer değiştireyim, Göktuğ'a doğru yanaşayım diyorum; hamle yapmamla birlikte midemdeki hareketlenme ve baş dönmesiyle karşılaşıyorum. "Bittin!" diyorum, "Bittin kızım sen". İçmeyi o an bırakıyorum, suyla oyuna devam ediyorum. Neyse oyunu bırakıyoruz, saat 3 suları, sabah karşı. Muhabbete devam. Abuk subuk yerlere geliyor konu biraz uykusuzluğun biraz da alkolün etkisiyle. En son, insanların dini inançlarını ve tutumlarını tartışırken buluyoruz kendimizi. Seviyorum ama, Özden de Ali de çok samimi ve keyifli insanlar. Saat sabah 5'i buluyor. Tuvalete nasıl yetiştiğimi hatırlamıyorum, midem felaket, rahatlıyorum biraz. Yaşadığım utancı hayal etsenize. Az buçuk tanıdığım adamla ilk gecem, üstelik arkadaşlarının evinde, ben midemi bozuyorum. Ama ben dedim, Yeni Rakı'dan başka rakı içemem. "İçersin" dedi, al gördük. Neyse. Geri dönüyorum yanlarına, "İyi misin?" diye soruyor Göktuğ; "İyiyim".

Az sonra uyumak için kalkıyoruz. Odalarına geçiyor Ali ve Özden. Bana bir odayı, Göktuğ'a başka bir odayı hazırlamışlar. Seviniyorum, hoşuma gidiyor. Sonraları öğreniyorum yine, Özden Göktuğ'a sormuş aramızda ne olduğunu, aynı odayı mı ayrı oda mı yapayım diye; cevap "Ayrı" olmuş. Canım. Neyse, Göktuğ benim yatmamı beklerken tekrar tuvalette buluyorum ben kendimi. İçim dışıma çıkıyor artık. Odaya döndüğümde korkarak bakıyor Göktuğ bana, dilinde tek bir soru var; "İyi misin?". Halbuki midemi saymazsak, gayet iyiyim ben o anda. Uzanmamı bekliyor kendi odasına gitmek için ama ben korkudan uzanamıyorum, mideme güvenemiyorum. Yatağın tepesinde muhabbet ediyoruz bir saat kadar. Yorgun düşüyorum artık, uzanıyorum. Gitmiyor, "Seni merak ederim, sen uyumadan gidemem" diyerek bekliyor ayak ucumda. Bir saat kadar da öyle geçiyor. Hala konuşurken kahkaha atabiliyoruz, dinmiyor gülüşmelerimiz. Zaman ilerliyor, bu sefer ben kıyamıyorum ona. "Gel" diyorum, "Uzan bari yanıma". Tek kişilik yatak, kollarımız birbirine değerek uzanıyoruz, sırt üstü. Susamıyoruz ama, inanılmaz eğleniyoruz, gülüyoruz bir saat kadar daha. Saatin 8 olduğunu görüyoruz en son. Gün aydınlanmış, biz fark etmeden. Biraz sonra uyuyakalıyoruz, yüzlerimiz birbirine dönük, nefesimizi nefesimizde hissederek. Dokunmuyor bile bana, öpmeye bile yeltenmiyor. Nefesimi hissetmesi yetiyor. 11'e kadar yumabilmişiz gözümüzü. Uyanıyoruz, giyinip çıkıyoruz evden. Bir kaç saat sonra işe gidecek Göktuğ, beni eve bırakıyor önce. Öpüyorum arabadan inerken, teşekkür ediyorum, her şey için.

O Pazar öyle geçiyor. Huzurluyum. Ertesi sabah mesai. Kafamda gene Göktuğ. Bu sefer her şey daha bulanık. Olur mu olmaz mı düşünceleri. Her zamanki gibi ölçüp tartmalarım. Bir şekilde akşam oluyor. Gece çıkacak Göktuğ. 12'ye doğru telefonum çalıyor. İşten çıkmış, "Canım sıkıldı, o tarafa geliyorum" diyor. "Gel". Düşünmüyorum hiç, o saatte çıkıyorum, Taksim'e gidiyoruz. Arabayı park ediyoruz. 1 olmuş saat, her yer kapalı, Pazartesi akşamı. Galatasaray Lisesi'ne kadar yürüyüp geri dönüyoruz İstiklal'de. Kaşarlı dürüm yiyor Göktuğ, akşam yemeği yememiş o akşam. "Bu saatte karşıya geçme, bende kal bari" diyorum, bize gidiyoruz. Yan yana uzanıyoruz. Çok ürkek, ama hala sevimli. Konuşmaya başlıyoruz, zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz. Ve ilk kez öpüşüyoruz. Saçlarımı okşuyor kocaman elleri. Tek bir duygu var hissettiğim; huzur. Sarılıp sabahlıyoruz yine kahkahalarımızla. 7 gibi kalkıyoruz; ben işe, o eve. Ben, hayatta en sevdiği şey uyku olan ben, hayatımda ilk kez sabahlıyorum. Üstelik ertesi günüm, mutlu geçiyor. Ve sonraki gün. Ve bir sonraki...

Ve ben, hayatıma yağmurdan sonra doğan gökkuşağımı böyle buluyorum. 

Adı, Göktuğ.

İyi ki doğdun sevgilim.


26 Şubat 2013 Salı

"Biz"

Bir şeyi benim yüzümden yapma, sonrasında bize zararı dokunmasın diye yap.

Benim için bir şeyleri değiştirme, biz mutlu olalım diye değiştir.

Ben istemiyorum diye hiçbir şeyden vazgeçme, bizim huzurumuz kaçmasın diye vazgeçeceksen geç.

Demem o ki; ne zaman "bizim" için değil, "benim" için kendinden ödün verdiğini düşünüyorsun, o zaman git. 

Bizim için.


8 Şubat 2013 Cuma

N'olur bir yanlışlık olsun.

Selam.

Gerçi okuyan var mı yazdıklarımı bilmiyorum ama neyse umrumda da değil zaten.

Mutsuzum ben bu ara. Ama öyle böyle değil. Hayat bu kadar sikik olmamalı. Her yerden verip veriştirmemeli insana. Küçük sürprizler sunmalı. Sunmuyorsa da ne bileyim bi yanlışlık falan olmalı arada. Ne bileyim, yanlış adrese çiçek getirtilmeli mesela siz masanızda bulmalısınız, kimse size göndermediği halde. Ya da arkadaşınız başkasına sizin ne kadar iyi olduğunuzu anlattığı bir mesajı yanlışlıkla size yollamalı.

En azından yanlışlıkla mutlu olmalı insan.

Lütfen.

2 Şubat 2013 Cumartesi

Bazen ben de susuyorum.

Şimdi ben böyle her aklıma geleni yazıyorum, dobra dobra ne düşünüyorsam söylüyorum ya, o aslında her zaman öyle olmuyor işte.

İş benim hayatıma, benim sevdiklerime gelince; o kadar dürüst, o kadar dobra olamıyorum.

Bazen çok sinirleniyorum, çok doluyorum, içime ata ata kuduruyorum. Ama çıkıp bağıramıyorum mesela. Soğudum diyemiyorum. Susuyorum.

Konuşursam o da soğur diye. Hatta belki gider diye.

Korkumdan yani.

İşte öyle.