Twitter'da böyle yazmaya yeni başlamışım o zamanlar. 700
takipçim ya var ya yok. Aylardan Nisan. Bir RT düşüyor timeline'a; hala tam
hatırlamıyorum Güven mi yaptı Buket mi. Hönkürerek gülüyorum tweet'e, açıp
bakıyorum profili. Kullanıcı adı, @sstbakbi. Adı, Göktuğ. Fenomen falan değil
200 takipçili bir çocuk. Esmer, saçlar üç numara, sakal ve bıyık, tek kaş
kalkık tam bir şapşik gibi bakıyor objektife. Gülümsüyorum. Dakikalar geçiyor,
ben neredeyse tüm tweet'lerini okuyorum; yüzümde hala aynı gülümseme, ara sıra
kahkahalar eşliğinde. Hiç düşünmeden basıyorum o "Follow"a. Sanırım
dakikalar içinde geri dönüyor bana. Profilinde hala gezinirken ev arkadaşım
geliyor yanıma, ekrana bakıyor. Ve benim ağzımdan tek bir cümle dökülüyor;
"Ben bu çocuğa yürürüm".
Aradan birkaç hafta geçiyor, Fav'lar, RT'ler, mention var
mı hatırlamıyorum bile. Sonra bir gece, canım çok sıkkın. Bir süredir
takıldığım çocuk, tam bir orospu çocuğu çıkıyor. Sinirden uyuyamıyorum. O an
bir tweet atıyor Göktuğ, sorsanız hatırlamam bile. Çok güzeldi onu biliyorum
sadece, favlıyorum. Yine hiç düşünmeden DM atıyorum. Twitter'a girdiğimden beri
attığım ilk DM bu. "İyi mi yaptım bilmiyorum ama yazasım geldi.
Naber?". Çok iyi yaptığımı söylüyor gelen cevap. Ve biz muhabbete başlıyoruz.
Nasıl bir geyik belli değil, sıfır yavşama, tamamen taşak muhabbeti. Zaman
öylece akıp geçiyor o gece, hatırlamıyorum kurduğum cümleleri, attığım
kahkahaları. Tek aklımda kalan; çok eğleniyorum.
Günler günleri kovalıyor, DM'ler DM'leri. Bir gün muhabbet
arasında çat diye telefon numarasını yazıyor. "Çüş amk öküz müsün?"
diyorum. Diyorum ama Whatsapp'tan da yazıyorum 2 dakika sonra. Gene geyik, gene
taşak. Buluşalım bile demiyor çocuk. İçinden geldiği gibi konuşuyor, espri
yapıyor sadece, ben gülüyorum. Bir ara Fenerbahçeli olduğunu öğreniyorum.
Birlikte maç izlemekten bahsediyoruz. Neden olmasın. Ama planlamıyoruz hiçbir şey,
henüz erken birlikte plan yapmak için.
Tarih 6 Mayıs 2012. Play-off'lar oynanıyor. Heybeli
Ada'dayım ben, çocukluk arkadaşlarımla, DK'mla. O akşam Galatasaray Beşiktaş'la
oynuyor, Fenerbahçe de Trabzonspor'la. Hiçbir maçı kaçırmayan ben, ertesi gün
iş gezisi için Almanya'ya gideceğimden maç izlemeyi planlamıyorum bile. Ta ki
Nazlı'yı GS formasıyla görene kadar. O an pişman oluyorum; nasıl izlemem ben
maçı? Ama düşünüyorum; yok. Benim FB'li yakın arkadaşım yok. Birkaç saat sonra
maç var ve benim hadi gel desem gelecek kimsem yok. Nazlı'ya diyorum ki;
"Ya benim FB'li arkadaş yapmam lazım amına koyim" O an çizgi
filmlerdeki gibi bir ampul yanıyor işte kafamda. "Göktuğ!" diyorum,
Nazlı bana boş boş bakıyor. Anlatıyorum hemen kısa öykümüzü, "Yaz hadi"
diyor. Sadece "Akşama Fener'in maçı var" yazıyorum ben Göktuğ'a. Tek
kelimelik bir cevap alıyorum; "İzleyelim".
İlk vapurla karşıya geçiyorum. Bostancı İskele'den alacak
beni. Işıklarda bekliyorum. Plakasını söylediği arabayı görüyorum, sağ şeritten
etrafına baka baka geliyor. Beni görüp, işaret parmağıyla gösteriyor.
Gülümseyip gözümdeki güneş gözlüğünü çıkarıyorum, o arabayı önümde durdururken.
(Sonraları o güneş gözlüğünü çıkarırken saçımı nasıl savurduğumu, bundan nasıl
etkilendiğini anlatıyor Göktuğ.) Arabaya biniyorum, "Fenerbahçe'ye
gidiyoruz" diyor. Ben İstanbul'a taşınalı daha 3 ay bile olmamış, hiçbir
yer bilmiyorum ki. "Peki" diyorum. Yaklaşık bir 20-25 dakika sonra
varıyoruz, yolda sohbet muhabbet. Sonraları itiraf ediyor bana; yolu uzatmış.
Daha çok muhabbet edelim diye. Piç.
Fenerbahçe Benzin'e giriyoruz. Üst katta, sağdaki TV'nin
önündeki koltuğa oturuyoruz. Maçın başlamasına 15 dakika var. Schnitzel
söylüyoruz ikimizde, onu öneriyor Göktuğ. Sonraları öğreniyorum, çok sevdiğini.
Maç başlıyor. İzliyoruz, hem heyecanlı hem tedirgin. 1-0 oluyor, kendi başımıza
seviniyoruz. O ayağa zıplıyor, ben koltukta yuvarlanıyorum adeta. 2. golde aynı
anda havaya sıçrayıp sonra yarım yamalak birbirimize sarılıyoruz. Baya komik
görünüyoruz aslında dışarıdan, eminim. 2-1 bitiyor o maç. Ertesi hafta ise
şampiyon belli oluyor; FB-GS maçı var. Ve biz Benzin'in, birbirimizin uğuruna
inanıyoruz. Sözleşiyoruz, haftaya yine burada, birlikte, aynı yerde,
formalarımızla izleyeceğiz maçı.
Ertesi sabah ben Almanya'ya uçuyorum. Oradayken bile
konuşuyoruz, ben internet buldukça. Neyse, ben dönüyorum birkaç gün içinde.
Gelip havaalanından alıyor hatta beni. "Tam erkek olm yaa" diye
geçiriyorum içimden. Hafta sonu gelip çatıyor gene. O zaman daha işteki ilk
haftası Göktuğ'un, benim uğurumla bulmuş sanki yeni işini. Sinemada çalışıyor,
hafta sonu erken çıkması çok zor. Maç 7'de, o 4'te çıkıyor işten. Ben çoktan yollara
düşmüşüm tabi, Fenerbahçe'ye ulaşmaya çalışıyorum. Formam üzerimde,
Beşiktaş'tan vapurla Kadıköy'e geçmişim. Aman Allah'ım, nasıl bir kalabalık. Ne
otobüs, ne taksi, ne dolmuş. Nasıl gideceğimi de bilmiyorum ki zaten. Göktuğ'a
soruyorum, anlatıyor bir şeyler ama o yetişemeyecek gibi. Tabi o zamanlar
bilmiyor benim bekletilmekten ne kadar nefret ettiğimi, trafikte nasıl strese
girdiğimi, kendi kendimi yiyip bitirdiğimi. Ben bir şekilde varıyorum Benzin'e,
rezervasyon yaptırdığını söylemiş bana Göktuğ, soruyorum garsona, "Yok
öyle bir rezervasyon" diyor. Arayan adamı söylüyorum, Göktuğ'un tanıdığı,
"Yok ben bilmem, o kim?" diyor garson. Ağlasam mı gülsem mi
bilemiyorum. Maça yarım saat kalmış, ben 2 saat yoldan gelmişim, yer bilmem iz
bilmem, tanımadığım adamla buluşacağım diye çıkmışım, ama adam yok piyasada.
Neyse ki güler yüzlü bir kadınım. Yanaştım bir garsona, "Lütfen bize iki
kişilik bir yer ayarlar mısınız? Lütfen, n'olur ama bak, lütfen" diye tüm
sevimliliğimle. Hüzünlü gözlerle, cilveli ses tonu her zaman işe yarar böyle
durumlarda. Sağ olsun, o da kırmıyor beni, ayarlıyor hemen bir masa. 15 dakika
kadar bekliyorum, bira ve sigaramla birlikte. İçeri giriyor sonra Göktuğ, sarı
lacivert formayla. Yanıma usulca yaklaşıp öpüyor beni yanaklarımdan. Özür diliyor
defalarca. Kan ter içinde, koşmuş yetişmek için belli. Benimse, yüzünü gördüğüm
an kayboluyor bütün stresim. O zamanlar bilmiyorum tabi, bu adamın yüzünü her
gördüğümde tüm sinirimin, tüm stresimin uçup gideceğini. Bana bu kadar iyi
geleceğini, bilmiyorum.
Maçı izliyoruz gene bir heyecan. Geçen haftaki mutluluğu
yaşayamıyoruz maalesef bu sefer. Hüzünlüyüz. İstediğimiz gibi olmuyor. Hep o
rezervasyon yaptıracağını söyleyip yaptırmayan tanıdık yüzünden. Aynı yerimizde
izleyemedik ki maçı. Totemimiz ondan tutmuyor. Galatasaray şampiyon oluyor.
Nasıl asık suratlarımız, nasıl mutsuzuz. Neyse, bitti maç, konuşuyoruz öyle.
Duyuyoruz ki Saraçoğlu önünde polisle falan olaylar çıkmış, Kadıköy'ün her yerinde
kavga, dövüş, patlama, bir şeyler. Ben, üzerimde sarı lacivert çubukluyla,
metrobüsle karşıya hem de Mecidiyeköy'e geçmeyi planlıyorum. IQ nasıl yüksekse
demek ki. Bırakmıyor tabi Göktuğ o halde beni. "Ben bırakıyım bari arabayla"
diyor, istemiyorum. En az 2-3 saat o trafikte gidip dönmesi. Saat olmuş gece
11. Çözüm bulamıyoruz. Ikına sıkıla söylüyor o sırada, "Ben bu akşam
arkadaşlarımda kalacağım, eğer yanlış anlamazsan; sen de gelebilirsin".
Göktuğ o kadar utanarak söylüyor ama ben direkt "Tamam" diyorum,
nasıl bir güven verdiyse adam bana. Arabaya biniyoruz. Yoldan arkadaşlarını
alıyoruz. Ali, en yakın arkadaşı. Özden, Ali'nin 4-5 senelik sevgilisi.
Özden'lere gidiyoruz. Alkol almak istiyorlar, bira sevmezmiş Göktuğ, rakı
içermiş. O zamanlar haberi yok tabi, ileride benden çok sevecek birayı. Neyse,
istemeye istemeye onaylıyorum. Bakkaldan bir geliyor Göktuğ arabaya elinde
torbalarla, Burgaz mı Efe mi ne bir rakı almış. "Ben Yeni Rakı'dan başka
rakı içemem" diyorum, "İçersin" diyor.
Özden'lere geliyoruz. Sohbet muhabbet. Rakılar konuyor.
Hadi oyun oynayalım diyorlar. İskambil kartlarıyla oynuyoruz bir şey. Kısa
sürede ezberletiyorlar bana. Önceleri çok çekingenim, yavaş yavaş alkolün de
etkisiyle alışıyorum; gülmeye, eğlenmeye başlıyorum. Umursamadan içiyorum,
içmem dediğim rakıyı. Yerde oturuyoruz o sırada. Göktuğ bana doğru yanaşıyor
bir sıra. Elini uzatıp saçımda bir tutam alıyor parmaklarının arasına, okşayıp
bırakıyor tekrar omuzlarıma. Yüreğim güm güm atıyor o an, gülümsüyorum sadece yüzüne
bile bakamadan. İlk dokunuşu bana.
Biraz daha geçiyor zaman, yerde oturmaktan uyuşuyor
bacaklarım, biraz yer değiştireyim, Göktuğ'a doğru yanaşayım diyorum; hamle
yapmamla birlikte midemdeki hareketlenme ve baş dönmesiyle karşılaşıyorum. "Bittin!"
diyorum, "Bittin kızım sen". İçmeyi o an bırakıyorum, suyla oyuna
devam ediyorum. Neyse oyunu bırakıyoruz, saat 3 suları, sabah karşı. Muhabbete
devam. Abuk subuk yerlere geliyor konu biraz uykusuzluğun biraz da alkolün
etkisiyle. En son, insanların dini inançlarını ve tutumlarını tartışırken
buluyoruz kendimizi. Seviyorum ama, Özden de Ali de çok samimi ve keyifli insanlar.
Saat sabah 5'i buluyor. Tuvalete nasıl yetiştiğimi hatırlamıyorum, midem
felaket, rahatlıyorum biraz. Yaşadığım utancı hayal etsenize. Az buçuk
tanıdığım adamla ilk gecem, üstelik arkadaşlarının evinde, ben midemi
bozuyorum. Ama ben dedim, Yeni Rakı'dan başka rakı içemem. "İçersin"
dedi, al gördük. Neyse. Geri dönüyorum yanlarına, "İyi misin?" diye
soruyor Göktuğ; "İyiyim".
Az sonra uyumak için kalkıyoruz. Odalarına geçiyor Ali ve
Özden. Bana bir odayı, Göktuğ'a başka bir odayı hazırlamışlar. Seviniyorum, hoşuma
gidiyor. Sonraları öğreniyorum yine, Özden Göktuğ'a sormuş aramızda ne
olduğunu, aynı odayı mı ayrı oda mı yapayım diye; cevap "Ayrı"
olmuş. Canım. Neyse, Göktuğ benim yatmamı beklerken tekrar tuvalette buluyorum
ben kendimi. İçim dışıma çıkıyor artık. Odaya döndüğümde korkarak bakıyor
Göktuğ bana, dilinde tek bir soru var; "İyi misin?". Halbuki midemi
saymazsak, gayet iyiyim ben o anda. Uzanmamı bekliyor kendi odasına gitmek için
ama ben korkudan uzanamıyorum, mideme güvenemiyorum. Yatağın tepesinde muhabbet
ediyoruz bir saat kadar. Yorgun düşüyorum artık, uzanıyorum. Gitmiyor,
"Seni merak ederim, sen uyumadan gidemem" diyerek bekliyor ayak
ucumda. Bir saat kadar da öyle geçiyor. Hala konuşurken kahkaha atabiliyoruz,
dinmiyor gülüşmelerimiz. Zaman ilerliyor, bu sefer ben kıyamıyorum ona.
"Gel" diyorum, "Uzan bari yanıma". Tek kişilik yatak,
kollarımız birbirine değerek uzanıyoruz, sırt üstü. Susamıyoruz ama, inanılmaz
eğleniyoruz, gülüyoruz bir saat kadar daha. Saatin 8 olduğunu görüyoruz en son.
Gün aydınlanmış, biz fark etmeden. Biraz sonra uyuyakalıyoruz, yüzlerimiz
birbirine dönük, nefesimizi nefesimizde hissederek. Dokunmuyor bile bana,
öpmeye bile yeltenmiyor. Nefesimi hissetmesi yetiyor. 11'e kadar yumabilmişiz
gözümüzü. Uyanıyoruz, giyinip çıkıyoruz evden. Bir kaç saat sonra işe gidecek
Göktuğ, beni eve bırakıyor önce. Öpüyorum arabadan inerken, teşekkür ediyorum,
her şey için.
O Pazar öyle geçiyor. Huzurluyum. Ertesi sabah mesai.
Kafamda gene Göktuğ. Bu sefer her şey daha bulanık. Olur mu olmaz mı
düşünceleri. Her zamanki gibi ölçüp tartmalarım. Bir şekilde akşam oluyor. Gece
çıkacak Göktuğ. 12'ye doğru telefonum çalıyor. İşten çıkmış, "Canım
sıkıldı, o tarafa geliyorum" diyor. "Gel". Düşünmüyorum hiç, o
saatte çıkıyorum, Taksim'e gidiyoruz. Arabayı park ediyoruz. 1 olmuş saat, her
yer kapalı, Pazartesi akşamı. Galatasaray Lisesi'ne kadar yürüyüp geri
dönüyoruz İstiklal'de. Kaşarlı dürüm yiyor Göktuğ, akşam yemeği yememiş o
akşam. "Bu saatte karşıya geçme, bende kal bari" diyorum, bize
gidiyoruz. Yan yana uzanıyoruz. Çok ürkek, ama hala sevimli. Konuşmaya
başlıyoruz, zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz. Ve ilk kez öpüşüyoruz. Saçlarımı
okşuyor kocaman elleri. Tek bir duygu var hissettiğim; huzur. Sarılıp sabahlıyoruz
yine kahkahalarımızla. 7 gibi kalkıyoruz; ben işe, o eve. Ben, hayatta
en sevdiği şey uyku olan ben, hayatımda ilk kez sabahlıyorum. Üstelik ertesi
günüm, mutlu geçiyor. Ve sonraki gün. Ve bir sonraki...
Ve ben, hayatıma yağmurdan sonra doğan gökkuşağımı böyle
buluyorum.
Adı, Göktuğ.
İyi ki doğdun sevgilim.